Antakya'ya 1,5 saat süren uçak yolculuğu azıcik sallantili olsa da fena gecmedi. Bulutlar ve uzerlerine ciktigimizda manzara harikaydi ama telefonumu açamadigim icin bir sey çekemedim. Tabii aklima hemen fotograf makinem geldi. Onunla bir kac poz aldim. Sıkıcı gecen bir sureden sonra inise gectigimizi anlayinca dalmaya calistigim uykudan uyandim.
Bulutlari gecip asagi inerken elimde
fotograf makinemi goren hostes Gulfem edasiyla "iniste ve cikista fotograf
makinesi kullanmayin" dedi. Oyle kaldim tabii nefis yeryuzu sekillerini
seyrederken. Benden duymus olmayin ama, arada ac kapa bir kac poz cektim yine
de.. Insan o manzarayi gorunce gokyuzunde yasamak istiyor sacma bir dusunce
olsa da..
Yere indikten sonra havalimanina
yaklaştık ve merdivenle asagi inip, yuruyerek havalimanina girdik. Tipki eski
Turk filimlerindeki gibi bir nostalji yasadik yani. Bayiliyorum bu sekildeki
inislere.. Tuplerle ucaga gitmek te nesi..!
Zaten Havalimani cikisinda Havas'lar sizi bekliyor. Hemen binip sehir merkezine gidiyorsunuz. Yarim saat filan surmustur heralde.
Merkez'de inip otele dogru giderken
biraz garip hissettim. Sehir merkezi tahmin ettigim gibi degildi ama belki
farkli bir yere gelmisimdir dedim. Yani bir kac merkez vardir, eski sehir, yeni
sehir vardir diye dusundum. Bir sure otelimi buldum. Check-in'imi yaptirdim ve
biraz dinlenmeye koyuldum. Yalniz otel secimim berbatmis o da ayri konu ama
sabah cikip, aksam donecegim icin simdilik sorun yok.
Odama yerlesip biraz dinlendikten
sonra asagi indim. Otelin mudurune Uzun Carsi'yi sordum. Tarife gore yolda
giderken gordugum bir camiye girdim. Adi Semerciler Camii'ymis. Iceri
girdigimde capi cok genis devasa bir cinar agaciyla karsilastim. Caminin imami
agacin 300 yillik oldugunu, once camiinin yapildigini sonra agacin ekildigini
soyledi. Gecmise gidip bir dusunsenize 300 yil ne demek.. Dusunemiyorum bile..
Dedemin dedesinin belkide daha otesini dusunmek gibi bir sey.
Imam beni Uzun Carsi'ya goturdu,
amacim bana gelmeden once soylenen meshur Kagit Kebabi'indan yemekti. Beni
Aydin Kasabi'na goturdu ve calisanlara teslim etti. Kebabin iki turlusu varmis
biri tepsi kebabi ki daha buyuk oluyor malzemesi daha fazla ve altina salca
suruluyormus ki tepsiye yapismasin. Kagit Kebabi ise daha kucuk, malzemesi az
ve kagit ustunde pisiyormus. Bu nedenle benim de deneyimledigim uzere tadi
biraz yavan oluyor.
Bu arada carsiya giderken sagli sollu
esnafa rastladim bir tanesinde tahta kasiklarin ic kisminin sanki pasta kalibi
gibi sekilli oyuldugunu gordum. Dukkan sahibi onlarla tuzlu/ tatli pasta
(kurabiye sanirim) yapildigini soyledi. Adi da 'konbe' imis. Düşündüm de
İstanbul'da envai çeşit kek, pasta kalıpları var metalden tutun, teflon olanına
ve sert plastik olup yanmayanına kadar varken burda hala bu tarz şeylerin
tercih edilmesi gerçekten ilginç. Bir yandan da tahta oymacılığı gibi
sanatların da bir yerlerde az da olsa devam ettiğini gösteriyor insana.
Dukkandan cikip yolda yururken bir
kunefeci gordum. Evli bir cift kunefe yapiyordu. Izin alip video cekmeye
basladim. Hanimi onceden yaglanmis kadayiflari tepsinin icine yerlestirip, bir
kabin icinde rendeledigi ozel tuzsuz peyniri ustlerine koyup, en ust tabakaya
da yine tel kadayif doseyerek kunefeyi pisecek hale getirirken, esi de dukkanin
onundeki ocakta kunefeleri pisiriyordu. Bugun kunefe yemek istemedigim icin
onlara tesekkur edip yanlarindan ayrildim.
Az ileride bir dukkanda ise bir genc adam tel kadayif yapiyordu. Bu tarz seylere bayilirim. Bazi meslekler olmez insallah. Tel kadayif yapimini televizyonda gormustum, simdi burada canli canli gorunce iceri girip video cekmek icin izin istedim. Dukkan sahibi benim de deneme yapabilecegimi soyleyince cok sevindim. Onlar gibi olmasa da tel kadayifim yardimla basarili olmustu. Bana istersem Istanbul'a da cig ya da pismis halde gonderebilecekkerini soyleyince bir adet kart istedim. Belli mi olur belki Istanbul'dan siparis veririm. Videoyu cektikten sonra tekrar, kunefe yemek icin gelecegime soz vererek ayrildim. Sonra baska bir kunefeciye ugramadim korkudan. Iki sefer yemek yetecekti..
Yolda giderken yıllardır özlemini
çektiğim yağlı ekmekleri görünce Mardin'i ne kadar özlediğim ve Sembusek denen
nefis lezzet geldi aklıma. Kapalı lahmacun denen bu lezzeti ben biraz da
Çibörek'e benzetiyorum. Yağlı ekmek ise ayrı bir lezzet diyebilirim. Mutlaka
gidip yemeniz lazım..
Yoldan geçerken bir camii görünce
içeri girdim. Adı Yeni Camii'ymiş. Camii'nin iç kısma girişinde oturan bir
adamın kedileri kovması ve kedilerin de deli gibi bağırmaları dikkatimi çekti.
Dış kapıdan avluya girerken hemen kenarda bir merdivenle üst kısma çıkılıyor.
Adamın bağırmasından korkan kediler can hıraş o merdivenlere çıktılar. İkisi de
pis ve evcil değillerdi ama bir tanesi çok güzel poz verdi.
Şehirlerdeki camiiler az çok birbirine
benziyor illaki. Sanırım onları yapan medeniyetler ile ilgili bir durum. Bugün
gördüğüm camilerde hep duvar kenarlarında merdiven vardı ve yukarı küçük
odalara çıkılıyordu ki bu odalar da resmi daire gibi kullanılıyor.
Donuste tekrar Semerciler Camii'ne,
imama tesekkur etmek icin ugradim. Oradakilere bolgenin en uzun minareli
camisini sordum. Antakya'yi tepeden gormek istiyordum. Ertesi gün
halledebileceklerini soyleyince dunyalar benim oldu dogrusu. Gittigim butun
sehirlerin insanlari cok guzeller. Diyarbakir'da insanlarin pesimden gelerek "hanimefendi
telefonunuzu acikta tutmayin calarlar" dediklerini unutmadim hala.. Orada
duran çınar ağacı öylesine büyüktü ki tekrar yanına gidip ağacın önüne
astıkları tabelanın fotoğrafını bilgi amaçlı çektim.
Bölgede bolca camii ve kilise var. Bana Habib-i Neccar Camii'nin minaresinin ötekilerden büyük olduğunu, şehri oradan görebileceğimi söylediler. Hatta bölgede yıllarca imamlık yapan bir tanesi beni oraya götürebileceğini ve minareye çıkabileceğimi söyledi. Diyarbakır'daki Ulu Camii'nin minaresine çıkma maceramdan sonra bu ikinci olacaktı. İmam'ın peşine takıldım ve camiye gittik. Orda müezzinle tanıştırıldım ve minarenin kapısını açtılar.
Minare çok yüksek olmamakla birlikte dar olduğu için çıkmakta zorlandım. Yukarı doğru çıkarken alanın darlığı ve basamakların yüksekliğinden dolayı dizlerim titremeye başlamıştı. Ama tepeye çıktığımda gördüğüm manzara çok güzeldi. Bir tarafta gün batımı ki hava hafif pusluydu, bir tarafta ise şehrin tepeye doğru kurulu başka bir kesimi. Bir süre minarede kaldım.
Önce gün
batımının fotoğraflarını çekmeye çalıştım daha sonra da iphone ile panoramalar
denedim. İlk başta yukarıya çıkmış olmanın heyecanı ile yükseklik korkumu
unutmuş olacağım ki, aklıma bile gelmdi ama daha sonra panorama için minarenin
iç kısmını dönerken birden merdivenlerde aşağı inen boşluğu görünce korku
aklıma geldi ve başım dönmeye başladı.
Bir yandan manzaranın keyfini çıkarmak
istedim, bir yandan da içeriyi ve dışarıyı panorama çekmek istedim ama hava
hafif kararmaya başladığı ve merdiven boşluğu gözümü korkuttuğu için bir ance
toparlanıp aşağı indim. Bir süre aşağıda müezzini bekledim zira aşağı indiğimde
akşam ezanı okunuyordu. Müezzini bulup, teşekkür edip oradan ayrıldım.
Antakya'daki ilk günümde şehirden
memnun kaldım diyebilirim. Normalde modern şehirleri sevmekle beraber tarihi
bir dokusu olanları ve hala eskiyi yaşatan şehirleri daha fazla seviyorum.
Yarın şehrin ara sokaklarında tekrar görüşmek üzere...
Önceki yazılar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder