17 Mart 2013 Pazar

Diyarbakır Sokaklardan İnsan Manzaraları


Bugün biraz da keyifsiz olarak sabah 10 gibi evden dışarı çıktım. Bazen fotoğraf malzemeleri çok ağır geliyor. Aslında Diyarbakır'a yanımda tekerlekli küçük bir çanta getirsem de çantanın tekerleklerinin arnavut kaldırımlarında takır tukur seslerinden hiç hoşlanmıyorum. Bir de çantadaki elektroniklerin sarsıntıdan zarar görmesi riski var tabii..

Her şeye rağmen çıktım sokağa işte ama içimdeki keyifsizlikle Dağ Kapı'ya doğru ilerledim. Karşı tarafa geçip Dağ Kapı ciğercisine doğru gittim. Sabahın erken saatleri olduğu için ciğerci sakindi. Ocağın biraz iç biraz da dış kısmında fotoğraf çektikten sonra dinlenmek için biraz oturdum. 

Yanıma içerden bir adam gelerek ne için çektiğimi sordu ben de şehrin çekiyorum diye cevap verdim. Ama bana sanki soğuk bir edayla sormuş gibi geldi. Kenarda otururken ciğerlerin hazırlandığı bodrum katını ve penceresindeki geniş şişlere dizilmiş domatesleri farkettem. Onların fotoğraflarını çekmek için oraya gittiğimde içerde çalışan adamları daha iyi görebildim. Fakat içeride etleri kestikleri için yerlerde kan vardı bu yüzden oranın fotoğrafını çekmeden geri yerime döndüm.

Az evvel içeriden çıkan adam da oraya doğru yöneldi ve adamlarla birşey konuştuktan sonra tahmin ettiğim üzere içerde kanlar olduğu için çekmenin hoş olmayacağını söyledi. Ben de zaten aynı şeyi düşünmüş olduğumu söyledim.Meğer oranın sahibiymiş.

Tabii klasik olarak bana memleketimi ve fotoğrafları ne için çektiğimi sordu. Klasik cevaplarımı verdikten sonra konuşma başladık. Geçen sene de ben Diyarbakır'da insanlarla Türkiye'nin gündeminde olan mevzuları konuşmuştum ve güzel sohbetler olmuşlardı ama nedense ben hep gerilmiştim sohbetlerin sonralarında ve bir kaç gün için fotoğraf çekme yetimi kaybetmiştim. Şehrin psikolojik havası beni böylesine etkilemişti. 

Bu sene gerginliğimin gereksiz olduğunu anladım. Her ne kadar insanlarla politika konuşmayı sevmesem de ciğercide otururken illaki konu açıldı ama farklı bir boyuttan başladı. Ciğerci 'barış iyi olacak' dedi bana.. 'Buradaki halk istiyor mu ki?' diye sorunca 'Tabiiki istiyor herkes.' dedi. Bunu duymak bana iyi gelmişti. Konu dil meselesine geldiğinde kendi dillerinde eğitim almak istediklerini bunun bir gereklilik olduğunu söyledi. Bunun Üzerine bir devletin bütünlüğü açısından kullanılan dilin tek bir dil yani Türkçe olması gerektiğini söyledim. Bu sefer de kendi dilini öğrenmenin bir hak olduğunu söyledi. Elbetteki bunu inkar edemezdim ama bir Laz olarak benim bir dil takıntımın olmamasını garipsedim doğrusu. Bu asimilasyonla alakalı bir şey olsa gerek. Veya başka hiçbir millet üstünde böylesine dil baskısının olmamasıyla alakalı bir şey diye düşünebiliriz. Nerede haklara yönelik bir baskı varsa orda tepki oluşması çok normal. Bu sohbetten benim Sakaryalı olmam nedeniyle Gaffar Okkan konusuna geçildi. Zaten kimle konuşsam Diyarbakırlı'lar'ın Gaffar Okkan'ı çok sevdiklerini anlıyorum. Ciğerci bana şu anki emniyet müdürüne Başbakan'ın tedbir için çok pahalı bir makam arabası aldığını çünkü Gaffar Okkan'ın bu tedbirsizlikten öldüğünü söyledi. Sohbet karşılıklı saygı çerçevesi ve birbirini anlamaya çalışarak gerçekleşti. Buna çok memnun kalarak ciğerciden ayrıldım. 




Oradan ara sokaklardan geçerek Ahmet Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi'ne geldim. Orada 120 yıllık konağın bahçe duvarlarında Ahmet Arif'in sevdiğim şiirlerini görmek beni çok memnun etti. Bir tanesini burda paylaşıyorum. 





Zaten Ulu Camii yan taraftaydı. Girişte polis ve korumalar görünce bir tanesine merak ederek sordum. Meğer bir gün önce gelen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu cuma namazını kılmak için Ulu Camii'ye gelmiş. Sokakta köşede bulunan bir kahve vardı onun balkonunu görünce üst kata çıkarsam daha iyi bir görüntü alabilirim dedim ama cuma bitti bakan da çıkmadı. Sanırım içerde konuşma yapması uzun sürdü. Ben de aşağı indim. Aşağıda bekleme devam etti Bakan sonunda dışarı çıkarak esnaf ziyaretleri için ara sokaktan yürümeye başladı. 

Tabii o dar sokaklar çok kalabalık olunca ezilme tehlikesi yüzünden kenarda bekledim. Daha sonra kalabalığı takip ederek Hasan Paşa Hanı'na girdim. Bakan Hasan Paşa Hanı'nda hanın altındaki kitapçıya girdi. Daha sonra kalabalıktan sıkılarak dışarı çıktım. Orada beklerken bir genç ' Abla sen burda mısın?' diye sordu. Bir baktım, geçen sene Sur içinde rastladığım ve bana yardımcı olan genç. Onu gördüğüme çok sevinmiştim.  Bakan da bir süre sonra çıkarak arabaya bindi o ve etrafındaki kalabalık ordusu bölgeden ayrıldılar. 




Ben tekrar Ulu Camii'nin ordaki kahveye gittim, üst katında türk kahvesi içerek biraz oturdum ve dar sokaklardan bir yaşlı amca görüntüleri aldım. Hasan Paşa Hanı'nda karşılaştığım, adı Ercan olan genç aşağıdan bana seslendi. Onu da yukarı çağırdım ve biraz oturduk. Geçen sene gördüğümden daha farklı geldi gözüme. İstanbul'a çalışmaya gitmiş. Artık orda yaşıyormuş. Bana sokakları gezmede yardımcı olacağını söyledi. Aşağı inip beraber ara sokaklara daldık.. Yolda onunla konuşurken geçen seneki umitsiz düşüncelerin gitmiş ve yerine daha umitvar düşüncelerin gemiş olduğunu anladım. İstanbul ona yaramıştı. 




Sur bölgesinin bu kısmında evler tek katlı değil ve etrafta apartmanlar var. Ama hala sokaklar dar. Geçtiğim yollarda sokak isimleri kırmızı yazıyla köşe başlarında duvarlara yazılmış. İçinden geçtiğim sokakların isimlerinin fotoğraflarını da çekiyorum ki nerelerden geçtiğimi harita üzerinde işaretleyebileyim. Yolda bazı çocukların fotoğrafını çektim. Özellikle de misket oynayan çocukların onlar oynarken fotoğraflarını çekmeyi çok seviyorum. Yolda Suriyeli ailelerin çocuklarıyla karşılaştık. Bazen ükrek bakışları öyle güzeldi ki..








Amacımız Meryem Ana Kilise'sine gitmekti. İçeride üç tane papaz olmasına rağmen kapı biraz geç açıldı. Kilise'nin geniş bir avlusu vardı. Ayin yapılan yere de girdik ama içerde fotoğraf çekimine izin yokmuş. Bu bir Süryani kilisesi ve içerde ayin de yapılıyormuş. Papaz flaş ile çekim yapmayacağımı söylememe rağmen izin vermeyince başka hiçbir yeri çekmeden çıktım. Papazın karısı da dış kısmı göstererek 'buraları çekin buralar da güzel.' dedi. Allah! Allah' Ben sanki nereyi çekeceğimi bilmiyorum!!

Ordan çıkarak Parlı Camii'ne geçtik. Minaresini çok beğendiğim bu camii 15. yüzyılda Akkounlu'lar döneminde hükümdar Uzun Hasan tarafından yaptırılmış ve dönemin mimari başyapıtlarından biriymiş.Özellikle benim de sevdiğim üzere minaresindeki taş işçiliği dikkat çekici hatta bu camiinin minaresi çok ünlüymüş. Minaresinin harcı Diyarbakır çevresinde yetişen kokulu bitkiler karıştırıldığı için yakın zamanlara kadar özel bir kılıfla örtülür sadece cuma günleri açılır etrafa minareden mis kokular saçılırmış. Bu yüzden de camiinin adına 'Parlı' yani 'Kokulu' camii de denmektedir. 




Yolda karşımıza çıkan başka bir camii de Behrampaşa Camii'ydi. 1564-1572 yılları arasında Diyarbakır'ın 13. OsmanlıVali'si Behram Paşa tarafından yaptırılmış bir camii. Camiinin Mimar Sinan tarafından yaptırıldığı da kaynaklar arasında geçmektedir. Camiinin geniş bir avlusu var. Cemaati pek kalabalık değildi ve bahcede cocuklar oynuyordu. Geçen sene hatırladığım kadarıyla imam bahçede oynayan çocukları ikide bir kovalıyordu. Halbuki dar sokaklarda pek fazla araba yoktu neden çocuklar içeri giriyor anlamamıştım. Sanırım avlunun genişliği ve rahatça top oylayabilemk çocukları cezbediyordu. 


Gittiğimiz yerlerden ilginç olanı ise Dengbej(ler) Evi'ydi.. İçine girdiğimiz yapı 100 yıllık bir Diyarbakir eviymiş. Her gün 10-15 dengbej bu evi ziyaret edip sanatını icra edermiş. Dengbej sözcüğü aslında deng (ses) ve bej-tin (söylemek) sözlerinden oluşan Kürtçe bir sözcüktür. Dengbej; trajedi, keder, mutluluk, sevgi gibi olay ve olguları duygusalca işleyen, ritim ve melodiyle süsleyen, müziğin sihriyle olgunlaştırıp halka aktaran kişi demektir. Dengbejlik birKürt geleneği olup Kürt dili, edebiyatı, tarihi, kültürü ve mğziğimi bugünlere taşıyan kişilere dengbej yani tarihin aktarıcıları denirmiş.Biz gittiğimizde kalabalık bir grup yuvarlak halinde oturuyordu. İnsanlar evin avlusunda kümeler halinde oturmuşlar bir ozanı dinliyordu. Ozan söylemini bitirince başka biri sözü aldı ve Kürtçe birşeyler anlatmaya başladı. Tarihten dem vurduğunu anlatım tabii ama tamamını anlamadığım için orda daha fazla oturmanın bir anlamı yoktu biz de kalktık. 




Ara sokaklarda illaki namaz için camiiye giden yaşlı amcalara rastlamak mümkündü. Ben özellikle yöresel kıyafetler giyenlere bayılıyorum. Çok güzel ve fotoğrafik big görüntü veriyorlar. Keşke her zaman çekebilmek mümkün olsa. Bazen, bazıları pat diye bir köşebaşından çıkıyor ve hızlıca ilerliyorlar. Yakalamak ne mümkün. Bazen arkaları dönük te olsa arnavut kaldırımlarında yürürlerken koşuk arkalarından fotoğraflarını çekiyorum. Zira sokaklarla öyle güzel uyum sağlıyorlar ki. Ve şalvar üzeri çeket ve üstünce takke. Bence harika bir görüntü..



Dönüş'te yine Sülüklü Han'a kahve içmekiçin uğradım. Ordan da Demirciler Çarşısına geçtim. Demircilere uğrayıp fotoğrafların çok güzel çıktığını yakında kendilerine de göstereceğimi söyleyince sevindiler. Onlardan fotoğrafların altına  yazı yazmak için izin aldım. Bazıları yabancılara alışık ve açık bazıları da tabiii biraz çekimser. Zaten onların fotoğrafını da çekmedim. Demircilerden bir tanesi zaten kendilerinin hayatlarının burada geçtiğini bu yüden bir kısmının yabancılara karşı azcık kapalı olduğunu söyledi. Ama bence bunun bir mahsuru yok. İnsanlar farklı farklıdır. Hoş fotoğraf istemeyenler de kibarca söylediler zaten. 





Demirci ile konuşurken o da barışın hayırlı olmasını, hayırlı gelmesini diledi. Barış olursa Diyarbakı'ın hak ettiği gelişmeyi göreceğini söyledi. Bu insanlar iyi niyetliler. Umarım Allah gönüllerindeki niyetleri hayırlı eyler.. 
Demirciler Çarşısı'nın yan sokağındaki esnaf hani bir önceki yazımda gazeteciler ile ilgili hoş şeyler söylemeyen beni her gördüğünde bişeyler sokuşturup duruyor nedense. Kötü şeyler değil tabii ama beni ne sanıyorsa. Sürekli ögürlük, demokrasi, insan hakları filan. Umarım içindeki rahatsız duygular bir gün silinir giderler.





O sırada bir adam geldi kucağında da bir bebek. Fotoğraf çekmemi istedi. Ama Türkçe bilmiyordu. Öğrendim ki Suriyeli'ymiş. Hanımının da omzunda bir koca leğen içinde eşyalar. Ben çok isteyince yanımdaki adam benim için rica etti, ikisi de kenarda bir duvarın önünde poz verdiler. Diyarbakır'da ara sıra Suriyeli görüyorum. Belediye onları getirip burda yerleştirmiş. 






Bu aileler şehrin farklı bölgelerinde ev veya ötel değiştirerek yaşıyormuş. Kimi de dilenmek zorunda kalıyorlarmış. Ülkelerinden uzakta yaşamak çok zor olsa gerek. Bu aile samimi görünüyordu fakat daha önce gördğüm bir kaçı yüzlerinde ürkek bakışlarla dolanıyordu etrafta. Allah yardımcıları olsun. 





Vakit artık geç olduğu ve hava kararmaya başladığı için oradan ayrılıp eve doğru yola koyuldum. 

Başka bir gezi yazısında görüşmek üzere diyorum..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder