armenian church etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
armenian church etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2015 Perşembe

Güneşin Şehri Van





Van'a ilk gidişim 2011 de olan Van-Erçiş depremi zamanına denk gelir. 1,5 gün Van merkezde kalıp sonrasında Erciş'e gitmiştim. Orda da toplamda dört gün kalmıştım. Tüm Türkiye ama özellikle Vanlılar için kötü bir zamandı. Ama hangi yaralar sarılmıyor ki zamanla. Bir gazeteci tanıdığım Van'a bir basın gezisi düzenleyeceğini, katılıp fotoğraf çekebileceğimi söyleyince heyecanlandım. Van'da deprem sırasında kaldığım zaman yaşadıklarım, gördüklerim beni derinden etkilemişti. Tekrar gitmek güzel olacaktı, nitekim de oldu. Havaalanına gitmek üzere evden çıktığımda şiddetli bir yağmurla karşılaştım, uçağa bindiğimde hala devam etmekteydi. 








Yağmurla başlayan yolculuk Van Ferit Melen Havalimanı'nda bizi karşılayan güneşli bir hava ile bitti. Van gözlerimizin önünde ışıl ışıl ışıldıyordu. Uçak alçalırken gördüğüm tepeleri karlı sıradağlar, Van Gölü'nin o turkuaz rengi, büyüklüğü, adalar ve diğer yeryüzü şekilleri görülmeye değerdi. Dışarıda diğer gazeteci arkadaşlarla buluşup bizleri otelimize götürecek olan minibüse bindik ve otele gittik.









Check-in'lerimizi yapıp hemen meşhur Van kahvaltımızı yapacağımız yere 'Bak Hele Bak' kahvaltı salonuna gittik. Salonun sahibi Yusuf Konak meşhur Van'da kahvaltının mimarı olan ve Van Kahvaltısı'nın tanıtımı için emek harcayan biri. Kahvaltımızı gezimizin mihmandarı olan AK Parti Van milletvekili Burhan Kayatürk eşliğinde yaptık.
.





O lezzetli kahvaltıda tahin-pekmez, 10 kilo manda sütünden yapılan yoğurttan elde edilen kaymak, otlu peynirle yapılan sigara böreği, un ve yağı kavrurup içine yumurta da eklenmesiyle yapılan Murtaga, meşhur otlu peynir, Van'a özgü örgü peynir, Şemdinli'den gelen petek balı,
süzme yoğurttan yapılan cacık, yine un kavurması ama bu sefer tatlı olarak sunulmuş, Van'a özgü tel tel keçi peyniri, Van'da yetişen güllerden yapılmış gül reçeli, kavrulmuş ve öğütülmüş buğdaydan yapılan Kavut, Van kaşarı vardı. Anlaşılacağı üzere sabah sabah çok zengin bir kahvaltı yapmıştık. 








Kahvaltıdan sonra aracımıza binerek Gevaş ilçesine doğru yola çıktık. Gevaş'ta vapur iskelesinin orada bizi Gevaş Belediye Başkanı Sinan Hakan karşıladı. Hep beraber bizim için hazırlanan motora binip Akdamar Adası'na dogru yola çıktık. Van Gölü nefis görünüyordu. Adı göl ama büyüklüğü ve suyunun özelliliği ve rengiyle küçük bir denizden farklıydı.





Akdamar adasını daha önce fotoğraflarda görmüştüm. Baharda açan erguvan ağaçları ile aklımda  çok güzel bir manzara kalmıştı. 

Adadaki Ermeniler'den kalma kilise olan Surp Haç kilisesi, Kudüs'ten İran'a kaçırıldıktan sonra 7. yüzyılda Van yöresine getirildiği rivayet edilen Hakiki Haç'ın bir parçasını barındırmak maksadıyla Kral 1. Gagik'in emriyle 915-921 yıllarında Mimar Manuel tarafından inşa edilmiştir. Kilise restore ettirilip tekrar ziyarete kazandırılmıştır. 





Akdamar'dan ayrılıp ikinci adaya yani Çarpanak adasına doğru yola çıktık. Yolculuk iki saati bulacaktı. İnsan buradan Van Gölü'nün büyüklüğünü de tahayyül etmeye çalışıyor tabii. İki saatte gideceksek çok büyük bir göl olmalı! Adaya yaklaşırken manzarayla büyülenmiştim.  Buraya normalde bağlı bulunduğu Çitören köyünün iskelesinden teknelerle ulaşım sağlanıyormuş.







Motorumuz iskeleye yanaştıktan sonra adaya adımlarımızı attık. Üstündeki doğal yaşamın korunması için turizme kapalı olan ada baharın gelmesiyle yeşile bürünmüş ve manzara etkileyiciydi.









Adada yaşayan kuşlar ve onların etrafta olan yumurtalarına basmamak için uyarılmıştık. Gerçekten de Ktouts Manastırı'na doğru yürürken otların üzerinde bir çok yumurta vardı. Bizim yaklaştığımızı gören ve yumurtalarından endişelenen martılar bulundukları yerlerden toplu bir şekilde hızlıca havalanarak, tehditkar bir uslupla çıklığlar atmaya başladılar. Tabii biz de biraz daha dikkatli olmamız gerektiğini anladık. Bu arada adada nadir kuş türlerinin yaşadığını da öğrendik. 



Adanın üzerinde bulunan  9. ya da . yüzyılda yapılmış olduğu sanılan ve Ktouts Manastırı adı ile anılan yapının bugün yalnızca kilise bölümü ayakta.
100 yıl öncesine kadar aslında bir yarımadanın parçası olduğu sanılan Çarpanak Adasının, Van Gölü'nün suyunun hızlı bir biçimde yükselmesi sonucu kara ile bağlantısının kesilip bir ada hâline geldiği söylenmektedir. Adaya ve üzerindeki manastıra ilişkin ilk yazılı belgeler 1414 yılından kalmış.








Üzerindeki dinî yapılar nedeniyle savaşlardan pek etkilenmeyen adada pek çok kez depremler yaşanmış. 1703 yılında gerçekleşen bir depremle büyük ölçüde yıkılan manastır 1712 ve 1720 yılları arasında Bitlisli Kaskaper Usta tarafından yeniden inşa edilmiştir. 
Yıllar içinde bakımsız kalan yapının iç kısmı çok kötü bir durumda. 








Manastırın iç kısmında gördüğüm tahribattan sonra dış kısmında gördüğüm yazılar tarihi yapılara verdiğimiz değeri gösteriyordur umarım. İnsan asırlık yapıları görünce dokunamazken birilerinin gelip yaptığı tahribatları görünce içi cızlıyor. Kime ait olursa olsun o manastır ordaysa bence sahip çıkmamızı gerektiriyor. Dünya hepimizin, geçmiş te öyle. 





Yolculuğumuzun ikinci gününde sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Başkale ilçesine doğru yola çıktık. Yaklaşık iki saat sürecek olan yolculuğumuzda bulutlardan yana  öyle şanslıydık ki gökyüzünde çok güzel manzaralar vardı. Güneş alabildiğince kendini hissettiriyordu. Yol çok virajlıydı bu yüzden yavaş süren yolculuğumuz manzaranın da güzelliğiyle keyifli geçiyordu.  İki buçuk saat sonunda Başkale ilçesinin Albayrak Köyü'ne, Aziz Bartholomeus Kilise'sine vardık.






Büyük Zap Vadisi’ne bakan bir tepe üzerine kurulmuş olan kilise ve jamaton aynı tarihte yapılmıştır. Mimari ve süsleme özelliklerine bakarak 13.-14. yüzyıllara tarihlendirilmektedir. Yapı daha sonra 1647-1655, 1760 ve 1877'de kapsamlı onarımlar geçirmiştir. Günümüze ulaşan şekil 17-19. yüzyıllardan kalmadır.








Kilise daha önce Hudut Tabur Komutanlığı'nın arazisinde olduğu için ziyarete kapalıydı ama çözüm süreci kapsamında taburun köy dışına taşınmasıyla yeniden ziyarete açık hale geldi. Kilise uzun süredir bakımsız kalan kilise yıkılma tehlikesi altında. Eğer kilise restore edilirse Van'ın gelişmesi için düşünülen inanç turizmine büyük katkı sağlayacak. 



Bir Orta Çağ kalesi olan Hoşap Kalesi kendisiyle aynı adı taşıyan Hoşap suyunun sarp kayalıkları üzerinden yükseliyor. Anlam olarak iyi veya tatlı suya karşılık geliyormuş. Resmi adı ise Güzelsu' ymuş. Kale Türkiye- İran arasındasındaki yol üzerinde bulunduğu için stratejik açıdan önemi büyükmüş. Ayrıca bölgesel geleneğe göre, bu müthiş yapıyı yapan mimarın elleri, diğer bir tane daha yapamasın diye kesiliyormuş. Enteresan!






Evliya Çelebi de Seyahatname'sinde 1650 senesinde uğradığı Hoşap kalesinden bahsediyor. Kalenin konumunu anlattıkdan sonra iç kalenin giriş kapı kanatları için: 'Osmanlı ülkesinde kale kapıları hep ağaç üzerine demir kaplı kapılardır ki, ateş etsen ağaç yanar, demirler dökülür. Ama bu Hoşap kalesi kapısının her kanadı üçyüz kantar Nahçıvan demirindendir. Hiç ağaç kısmı yoktur.' demektedir.  




Ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra Van'a doğru geri dönüşe geçtik. Uçağımızı kaçırmamak için hızla yola koyulduk. Yol gelirken olduğu gibi dönüşte de çok virajlıydı. Merkeze varınca Van Gölü kıyısında bir mesire yerinde mola verdik ve uçuştan önce Van'da son yemeğimizi yedik. Havalimanına varınca doğrudan VİP salonuna girip Burhan beyi beklemeye başladık. Kendisi de çok geçmeden geldi ve hepimize teker teker teşekkür etti. Bizler de bu kısacık ama unutulmayacak kadar güzel olan gezi için kendisine teşekkür ettik. Tabii hep birlikte  selfie çektirmeden olmazdı. 




Uçak havalanırken ; çok gezen mi bilir çok okuyan mı sözü aklımda, gördüğüm yerlerin ve tanıştığım insanların bana kattıklarını yüzümde tebessüm düşünürken, Van semalarında yükseldikçe ve bulutların içine girdikçe oluşan manzara beni mest etti doğrusu. Adeta kat kat bulut yastıklarının içinden içinden geçiyor gibiydik.












Bu güzel kedisiyle meşhur Van gezisinin herkese iyi geldiğine eminim. Harita'da baktığımda Türkiye'nin en uzak uçlarından birinde olan bu şehir, tarihi, kültürü ve insanıyla bir başka aleme soktu bizi. İyi ki gitmişim diyeceğim yerlerden birisi ve umarım tekrar gitmek kısmet olur. 



9 Mart 2013 Cumartesi

Diyarbakir Sokakları: Dört Ayaklı Minare; Kiliseler; Demirciler Çarşısı; Sülüklü Han

Dört ayaklı minareyi etrafında park etmiş arabalar olmadan yakalamak için sabahın erken saatlerinde oraya gitmek gerekiyormuş. Orada bir dükkan sahibi söylemişti günler önce gittiğimde. 


Sabah altı gibi kalkıp, hazırlanıp yedi gibi evden çıkmam gerekiyordu. Kalkamama riskini göze alamadığım için gece sabahladım. Sabah yedi gibi evden çıktım. Doğruca Dağ Kapı meydanına gidip ordan Dört Ayaklı Minare'nin olduğu sokağa doğru yürümeye başladım. Yolda tek tük insanlar yürüyorlar, öğrenciler okula gidiyor ve üstünde yoğurt bakraçları olan bir arabayı amca ön tarafından çekiyordu. 

Yol kenarında oturmuş teyzeler de yanlarında kimbilir nereden getirdikleri yoğurtları satıyorlardı. Belki de hazır müşterileri vardır. Zira Diyarbakır'da yediğiniz evde yapılmış yoğurdun tadı nefistir. 





Yol kenarındaki Hasan Paşa Hanı'nın yanından geçerken daha sonra kahvaltı için uğramayı düşünerek devam ettim. Bu saatlerde ortalık kalabalık olmadığı için geleneksel kıyafetler giymiş insanlar objektife daha kolay yakalanıyor ve kadrajın içine girmiş gereksiz kalabalıklardan kurtuluyorum. Ama bir yandan da makineyi üstünde zoom lens te olsa birine doğrulttuğunda insanlar kolayca anlayabiliyor ve bu da rahatsızlık verici...







Dört Ayaklı Minare'yi sokağın başında yalnız ve etrafı temiz görünce şöyle derin bir nefes aldım. İşte bunun için sabahın köründe dışarı çıkmaya değerdi. O gün de hava buz gibiydi doğrusu. Farklı açılardan bir kaç fotoğraf aldıktan sonra bir dükkanın önünde kahve içmek için oturdum. Soğuk o zaman daha da hissettirdi kendini doğrusu. Uzun zamandır bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyordum. Şanssızlık eseri de bir balık kamyonu gelip camiinin kenarına park edince benim keyif tabiiki bozuldu. Ordan Mar Petyun Keldani Kilisesi'ne doğru gittim ama erken olduğu için görevli yokmuş daha sonra gelmem söylendi. Ben de kilisenin çan kısmının uzaktan bir fotoğrafını çekerek daha sonra tekrar gelmek üzere oradan ayrıldım.



Bir yarım saat daha orada tripod kurulu, makine yan sokağa dönük gelebilecek bir yaşlı amcayı bekledikten sonra soğuğa dayanamayıp sokağın başına çıktım ve Hasan Paşa Hanı'na doğru yola koyuldum. Han'da nefis bir kahvaltı beni bekliyordu. Soğuktan da kurtulacağıma seviniyordum doğrusu. Hemen merdivenlerden aşağı alt kısıma indim ve meshur 'serpme kahvaltı' dan kendime sipariş ettim. Yalnız yan masadaki örnek kahvaltıyı görünce o kadar fazla yiyemiyeceğimi düşününce adamlardan özellikle benim servisi küçük tabaklarda getirmelerini rica ettim. 




Kahvaltı harika görünüyordu. Hemen malzemeleri hazırlayıp masadaki kahvaltı malzemelerinin fotoğraflarını çektim. Tabii sonra da oturup bir güzel afiyetle yedim. Buradaki kahvaltıların kılasiği kavurmalı yumurta. Geri kalan malzemeler içinde farklı olan otlu peynirler ve patates ezmesiyle kabak haşlaması gibi birşeydi. Orda nedense canım Ahmet Kaya dinlemek istedi. Garsonların birinden Ahmet Kaya çalmasını rica ettim. Misafirperver olan garson isteğimi yerine getirdi hemen ama yarım saat gecmedi şef garson olduğunu sandığım biri gelip müziği değiştirerek öbür garsonu da biraz azarladı. Bunu uzaktan da olsa görünce biraz rahatsız oldum doğrusu. Bu yüzden kendisini çağırıp durumu hemen düzelttim. Umarım bunu yaptığım için Ahmet Kaya çalan garsonun başına bir iş gelmemiştir.




Kahvaltı faslını bitirdikten sonra aklıma Sülüklü Han ve Demirciler Çarşısı geldiği için hemen oraya doğru yöneldim. Bütün bu saydığım yerler zaten aynı yol üzerinden ara sokaklara dalınınca bulacağınız yerler. Demirciler Çarşısı'nı geçen sene bıraktığım gibi buldum. Dükkan sahipleri beni hatırlamıştı. Bu beni sevindirdi doğrusu. Geçen seneki fotoğraflardan verim alamamıştım ama bu sene iyi birşeyler çıkartmaya kararlı olduğum için onlara tekrar çekim yapmak istediğimi söyleyerek işe koyuldum. Burası küçücük bir sokak ve orta kısmındaki bir geçitten Sülüklü Han'a giriyorsunuz. Sülüklü Han'ın fotoğraflarını başka bir gün çekeceğim için burada oradan bahsetmeyeceğim.


Demirciler Çarşısı'nda herşey eski. 12-13 tane dükkan var ve hepsi karşılıklı sıralanmışlar. Yan sokaklarda ise kömür tarzı şeyler satılıyor. İnsanların hepsi misafirperver ve yabancılara alışık. Bana hemen her dükkanda çay ikram ettiler. Fotoğraf çekimlerim için yardımcı oldular. Bir iki demirci ustası fotoğraf çekimek istemedi ama onları da saygıyla karşılamak lazım. Geri kalanlarla çektiğim fotoğraflar zaten durumu çok iyi idare edecek. İnsanlar her zamanki gibi benim nereli olduğumu ve gazeteci olup olmadığımı sordular. Ben de her zamanki klasik cevaplarımı verdim. Herkes cevapları tebessümle karşıladı fakat bir tanesi elimde makineyi görünce gazeteciler alına gelmiş ki gazetecilerin onlar için Ermeni dediğini söyleyerek buna çok kızdığını dile getirdi.  Alttan almaya çalıştım ama sanırım bu konuda bayağı sinirlenmişti o yüzden sessizce yanında uzaklaşmayı tercih ettim.  


Dört Ayaklı Minare'nin oraya döndüm. Fakat kamyonet hala park halinde orada durmaktaydı. Ben de yan sokağa Mar Petyun Keldani Klisesi'nin sokağına girdim. Kilise'nin kapısını tıklayınca içerden bir görevli kapıyı açarak girmeme izin verdi. Fazla geniş olmayan bir avlusu var klisenin ama ayin yapılan yer geniş bir mekandı. Tabii hemen tripodumu orda da kurup biraz fotoğraf çektikten sonra dışarı çıktım. Görevli bana kilisenin çan kısmını da görebilmem ve dört ayaklı minare ile yanyana fotoğraflarını çekebilmem için yan tarafta bulunan bir harabenin merdivenlerine çıkmama izin verdi. 

Ordan dönerken yolu Dört Ayaklı Minare'ye bağlayan küçük sokakta bulunan eski Diyarbakır Evi'ne uğradım. Çünkü bu evin üst katlarına çıkarsam geniş bir görüntü alabileceğimi düşündüm. En üst balkona çıktığımda gerçekten de gözümün önünce iki kilise ve iki camii minaresini yanyana görebildim. Panorama bir kare almak biraz riskliydi ama yine de deneme çekimleri yaptım. Manzara gerçekten görülmeye değerdi.

Ordan aşağı inince Dört Ayaklı minarenin diğer tarafında kalan iki kiliseyi görmeye gittim. Ermeni Kilise'si olan Surp Giragos Ermeni  Kilisesi'ne gittim. Şu an kullanılmayan kilisenin avlusu diğerinden daha genişti ve kilisenin 3 tarafını çevreliyordu. Kilisenin içine girdiğimde busasını da diğer kiliseye göre daha geniş buldum. Hatta bir de üstte asma bir kat vardı. Hem aşağıdan, hem de üst kattan geniş açı fotoğraflar aldım. Daha önce de yazdığım gibi burada ayin filan olmadığı için sadece ziyaretçilere açık bir kilise. Fakat yakında Ermeniler'e açılacağı konusunda da duyumlar vardı etrafta. 

Oradan da ayrılarak dehşet bir yorgunlukla fotoğrafların iyi çıkacaklarını umarak eve doğru yola çıktım. 

Bir dahaki gezi yazısında görüşmek üzere diyorum..